Necmettin Erbakan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (Dec 2022)

MÜLTECİ HUKUKU AÇISINDAN İSLÂM HUKUKU İLE BİRLEŞMİŞ MİLLETLER MÜLTECİLER YÜKSEK KOMİSERLİĞİ’NİN (BMMYK/UNHCR) KORUYUCULUĞUNU YAPTIĞI 1951 CENEVRE SÖZLEŞMESİ VE 1967 PROTOKOLÜ ARASINDA METODOLOJİK BİR MUKAYESE

  • Mehmet Cengiz

Journal volume & issue
Vol. 5, no. 2
pp. 718 – 761

Abstract

Read online

ÖZ İnsanlık tarihinin hemen her döneminde çeşitli sebeplerden kaynaklı meydan gelen göç/iltica, günümüzde çok daha ciddi bir olgu olarak karşımızdadır. Dinsel, ırksal, cinsel, kültürel, politik vb. sebeplerden dolayı baskı ve zulüm gören/görme korkusu yaşayan kimselerin meydana getirdikleri iltica hareketinin temelinde can güvenliği ve yaşam hakkı bulunmaktadır. Söz konusu sebep veya sebeplerle kendi vatanlarını terk etmek zorunda kalıp başka ülkelere sığınmak mecburiyetinde kalan mültecilerin korunması ahlakî olmakla birlikte hukukî bir zorunluluktur. Bundan dolayı iltica hakkı tarihin her döneminde dinlerin ve geleneksel hukukun korumaya çalıştığı bir hak olmuştur. Bu konuda nihayet Avrupa’da yabancıların tabi olacakları hukukî rejim konusunda kısmî düzenlemeler içeren 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’yle önemli bir adım atılmıştır. En önemli açılım ise Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin koruyuculuğunu üstlendiği 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü’yle sağlanmıştır. Bu iki sözleşme metni, mülteci hukukunun korunması konusunda halen de geçerliliğini koruyan temel iki hukukî metin olarak kabul edilmektedir. Mülteci hukukunun korunması konusunda İslâm’ın tavrı ise nettir. Zira, insanlar arasındaki ırk, renk, dil gibi arızî ayrımları tanışma ve kaynaşma için birer vesile kabul eden İslâm hem davetinin evrensel olması hem de dinde zorlamayı kabul etmemesi ilkeleriyle müslümanlarla gayr’ı-müslimlerin bir arada yaşadığı bir dünya tasavvurunu esas almıştır. Kur’ân’ın Tevbe sûresinin emân âyeti olarak bilinen 6. âyeti ile özellikle Nisâ sûresinin 89. ve 90. âyetleri mültecilerle ilgili özel hükümler içermektedir. Aslında nübüvvetin Mekke döneminde bir grup sahâbînin Habeşistan’a hicret edip Necâşî nezdinde sığınma talebinde bulunmaları ve daha sonra Akabe bey’atlarını takiben bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicret etmesi iltica fikriyle ilgili önemli verileri ortaya koymaktadır. Hanefî hukukçusu Serahsî’inin, “müste’men, dârü’l-İslâm’da ehl’i-zimmet mesabesindedir” şeklindeki ifadesi de iltica konusunda İslâm hukukundaki genel eğilimi ortaya koymaktadır. Tüm bu veriler, mültecileri kendi vatandaşlarıyla eşit saymada ileri derecede olan İslâm hukukunun diğer hukuklara göre bariz bir farka ve önceliğe sahip olduğunu belgelemektedir.

Keywords