Cumhuriyet İlahiyat Dergisi (Dec 2017)

Sosyolojik Düşüncede Avrupa-merkezcilik, Ötekileştirme ve Oryantalist Söylem Üzerine Post-kolonyal Bir Okuma ve Eleştirisi

  • İrfan Kaya

DOI
https://doi.org/10.18505/cuid.346780
Journal volume & issue
Vol. 21, no. 3
pp. 1973 – 2008

Abstract

Read online

Öz: Modernite, uzun bir zamandır tüm dünyada, Avrupa-merkezci bir ideolojiyle suç ortaklığı yapmasına ve özünde barındırdığı çelişkilerin bağdaşmazlığına rağmen, bilgi üretimi ve disiplinlerin teorik çerçevesini belirlemede hâkim paradigma olmayı sürdürmektedir. Avrupa-merkezci ideolojiyle girişilen suçun iştirakçilerinden bir diğeri de modernliğin kendi kendini gözleme tarzı olarak ve onunla birlikte gelişen, aralarında totolojik bir görünüm sergileyen sosyolojidir. Modernitenin özünde barındırdığı çelişkilerin bağdaşmazlığı, yadsıma, inkâr vs. ötekileştirme nosyonunu kaçınılmaz kılar. Sosyolojik literatürde ötekileştirme, özcü bir yaklaşımla Batıda yaşanan tarihsel sürecin tek doğru ve evrensel olduğu iddiasıyla geliştirilen tarih yazımında, sömürgeleştirme faaliyetlerine koşut olarak geliştirilen oryantalist söylemde, ideal tiplerin oluşturulması gibi konularda referans noktası olmuştur. Bu makale, modernite ve sosyolojideki teorik çerçeve ve anlatının Avrupa-merkezci bir söylem barındırmasından hareketle post-kolonyal teoriye göre eleştirisini yapmayı amaçlamaktadır. Ötekileştirmeyen bir paradigmanın izini sürerken post-kolonyal teorinin karşılaştığı zorluklar ve açmazları ortaya koymak da bu çalışmanın bir diğer amacı olacaktır. Çalışma, post-kolonyal teorinin sosyolojideki oryantalist söylem üzerinden hâkim paradigmayı eleştirirken self-oryantalizmin ağına düştüğü hususları belirtmek suretiyle özgün olmayı hedeflemektedir. Özet: Geçmiş ile bugün birbirinden modern tarih yazımı sayesinde koparılmıştır. Geçmişi ölü ve temsil edilebilir bir nesneye dönüştüren çizgisel tarih yazımı fark üzerine kurulmuştur. Modern bir tavır olan geçmişin “temizlenerek” bugünden ayrıştırılmasında, bir bilgi nesnesi olarak kurulmasında ilkel toplumların bilimi antropolojinin katkısı yadsınamaz. Antropolojinin modernliğin geçmişle kurduğu gerilimli ilişkisinde, –bir yandan koruma bir yandan yok etmede- ortaya çıkardığı bulgularla Doğulu toplumlara artık tarihte kaldıklarının, dolayısıyla bugünde yeri olmadıklarının öğretilmesinde işlevsel olduğu açıktır. Benzer şekilde sosyolojik düşüncede tarihe bir yön ve bütünlük atfeden bu modern tarih mefhumu belirleyici olmuştur. Sosyolojik kanonun başvurduğu toplumların tarihsel gelişim sürecini anlatan ikili kategorileştirmeler çizgisel tarih yazımına göre düzenlenmiştir. İkili kavramlar arasında kurulan hiyerarşik düzen de aynı zamanda bir zaman kavramı olan moderne göre tesis edilmiştir. Tarihin sorununun geçmiş değil bugün olduğunu ispatlarcasına oluşturulan Avrupa-merkezci tarih yazımında başlangıç sona göre belirlenmiştir. İlkel olandan modern olana, basitten karmaşığa doğru giden böylesi bir çizgisel tarih yazımı yazanın son durumuna göre çizilmiştir. Batı, “tarihsizler”, “tarihe girmeye çalışanlar”, “tarihe geç kalmışlar” olarak baskıladığı madun kitleler üzerindeki hegemonyasını “tarih yazarak" tahkim etmiştir. Bu yazında kendi gelişmişliği ötekileştirdiği diğerinin ilkelliği üzerinden anlatılmıştır. Dolayısıyla Öteki, sosyolojik düşünce için de Batılı kimliğin oluşması bağlamında yansıtmaların ya da inkârın yeri olarak ele alınmıştır. Batı aklının ve bilgisinin hegemonyasının kurulma sürecine içsel olan Öteki, moderniteyle eşgüdümlü hareket eden sosyoloji içinde/için de önkoşul olma vasfını korur. Öteki-leştirme nosyonu, Doğu’yu pasif, irrasyonel, değişime kapalı olarak gösterirken, Batı’nın benzersizliğini ortaya koyma adına farka vurgu yapar. Dolayısıyla sosyolojik düşünce Cemil Meriç’in deyimiyle “sömürgeciliğin keşif kolu” ile münasebetini eşgüdümlü hareket ettiği modernitenin öteki-leştirme nosyonu üzerinden kurmuştur. Sosyolojik düşüncede toplumsal dönüşüm gelenekten moderne şeklinde formülleştirilirken, fark “gelenek” olarak baskılanmak suretiyle modernitenin farklılıkları gözetmeyen, tekdüzeleştirici bakış açısı korunmuştur. Ayrıca Avrupa’nın yaşadığı özel tecrübenin evrensel olarak takdim edilmesi, sosyal bilimlerin tek yönlü, çizgisel ve özcü biçimiyle Avrupa-merkezci söylemle kurduğu organik bağın göstergesidir. Nitekim Marx’ın “Daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmişine kendi geleceğini gösterir” deyişi, sosyolojik yazında temel bir varsayım olarak, bir modernleşme projesi inşası sürecinde işlev görmüştür. Böylece kendini merkezde konumlandıran, kendinden olmayanı ise ötekileştiren bir söylemle evrensellik iddiasında bulunan Avrupa-merkezci bir sosyal bilimler anlayışı geliştirilmiştir. Avrupa-merkezci pratiklerin etkileri ve boyutları alan araştırmacıları tarafından farklı farklı sunulsa da kanaatimizce Arif Dirlik “Avrupa-merkezcilik, dünya hakkındaki bilgiyi tek bir sistematik bütün içinde organize etmek için gösterilen benzeri görülmemiş bir arzu ve gayretin ürünüdür” ifadesiyle en kapsamlı yargıyı dile getirmiş olmaktadır. Nihai hedefin Batı modernitesi olduğu, Avrupa-merkezci, doğrusal ve tek yönlü “ilerleme” macerasında Batı’yı taklit ederek umutsuzca onu yakalamaya çalışan öteki toplumlar Batı’nın arkasında çeşitli noktalara yerleştirilmişlerdir. Bu bağlamda sosyoloji, Batılı tarihe uydurulmuş ve o tarihin vücuda getirdiği bir bilgi sistemi olarak değerlendirilebilir. Ve elbette ki bu “tarih”te sömürgeci faaliyetler ve köle ticareti gibi unsurlar hep görmezden gelinmiştir. Batı’nın kendini merkeze alan yaklaşımı “çevre”yi reaksiyona itmiştir. Bu bağlamda çoklu moderniteler fikri ile kültürel çeşitliliğe vurgu yapılmak istenmiş, fakat gelinen noktada Batı modernitesine alternatif üretilen modernitelerin yine Batı modernitesine kıyasla değerlendirilmesi mevcut anlayışı kuvvetlendirmiştir. Benzer tehlike bir diğer alternatif arayışı olan kültürelcilik pratiklerinde de kendini gösterir. Avrupa-merkezci zihin yapısının evrensellik iddiasını gereksiz gören kültürelci paradigma, kendi kültürünün üstünlüğüne inanarak, yeni ötekiler üretir. Tüm sosyal deneyim alanlarını kültüre yükleyerek indirgemeci, reaksiyoner ve hegemonik bir yapıyla Avrupa-merkezciliğe itiraz etmeye kalkar. Fakat tam da bu özelliklerinden dolayı mevcut yapının variyetine hizmet eden bir yaklaşıma dönüşür. Avrupa-merkezcilik ve ötekileştirme oryantalizmi oluşturan iki temel yaklaşımdır. Bu üç kavram birbirinin kapsamını genişleterek ve yeniden üreterek hegemonyasını kuvvetlendirir. Batı önce Doğu’dan hareketle kendisini, sonra kendisinden hareketle Doğu’yu tanımlamıştır. Bu tanımlama, ilerleyen merhalelerde onu bir “düzen”e kavuşturmaya varır. Sosyolojik düşüncenin biçimlendirici sorularından birisi olan “endüstriyel kapitalizm neden ilk olarak Batı’da ortaya çıktı?” sorusu da Doğu/Batı karşılaştırmasını esas alan tartışmaların bir başka boyutunu işaret eder. Zira İslam toplumlarında özerk burjuva sınıfı, bağımsız şehirler, özerk hukuk, rasyonel hukuk, özel mülkiyet ve sivil toplum gibi unsurlardan yoksun olduğu iddiaları bu sorunun cevabı olarak sunulmuştur. Özellikle sivil toplumun yokluğu iddiası Müslüman toplumların analizinde kullanılmıştır. Oysa Bryan Turner’a göre, “İslam’da bir sivil toplumun yokluğu konusundaki oryantalist söylem, Batı’daki politik özgürlüğün durumu hakkındaki temel politik endişelerin bir yansımasıydı. Bu anlamda oryantalizmin sorunu Orient değil, Occident (Batı) idi. Daha sonra bu sorunlar ve endişeler Orient’e havale edildi. Böylece Orient Doğu’nun bir temsilcisi değil, Batı’nın bir karikatürü haline geldi.” Oryantalist söylem yine benzersizliğini “fark”ını ortaya koyarak dayatmakta idi. Kapitalizmin neden Avrupa’dan başka bir yerde ortaya çıkamadığı sorusuna Weber de mevzu bahis unsurların, "İslâm siyasî kurumlarının patrimonyal doğası tarafından engellendiği” kanaatiyle cevap vermiştir. Kanaatimizce verilen cevap ne olursa olsun, sorunun Batı dışında kalan bütün bir dünyayı “anormal” kabul etmek anlamına geldiği açıktır. Oysa bu ve benzer sorulara/tenkitlere verilen karşılıklar başka problemlere yol açabilmektedir. Sözgelimi Weberci sosyolojinin ülkemizdeki temsilcilerinden Sabri Ülgener, İslam’ın başından beri şehirli bir din olduğunu söyleyerek ilerlemenin önkoşulunun kapitalizm olduğunu peşinen kabul etmiş görünmektedir. Bu tutum self oryantalist bir algının ürünü olsa gerektir. Ve bu tarz bir bakış açısı en basit ifadeyle “Batı’yla savaşmak için Batılılaşmak” şeklinde değerlendirmeye imkân vermektedir.

Keywords