ULUM (Jul 2024)
Bir Giriş Denemesi: Sülemî’nin Tabaḳāt’ında Zühd Kavramının Kullanımı Tasavvuf Tarihi Dönemlendirmesi Bağlamında Okunabilir mi?
Abstract
Bir ilmin tarihini yazabilmek ve onu dönemlendirmek o ilmin gelişim seyrini takip edebilmek için oldukça önemlidir. Bu, o ilmi bugüne ve yarına taşıyabilmek açısından elzemdir. Tasavvuf tarihi açısından da bu böyledir. Bu meyanda çağdaş tasavvuf araştırmaları literatüründe doğrudan veya dolaylı şekilde yapılmış tasavvuf tarihi dönemlendirmeleri mevcuttur. Fakat dönemlendirme açısından bakmamız gereken önemli bir literatür daha vardır ki o da özellikle hicrî dördüncü ve beşinci asır sûfî müelliflerinin kendilerinden önceki birkaç yüzyıllık tarihî birikimi tasavvuf açısından nasıl değerlendirdikleridir. Zira onlar, yaşadıkları çağda tasavvuf ilminin temsilcileri iken aynı zamanda birer tasavvuf tarihçisi olarak da vazife görmüşlerdir. Sülemî (öl. 412/1021), Kuşeyrî (öl. 465/1072) ve Hücvîrî (öl. 465/1072) bu bağlamda özellikle göz önünde bulundurulması gereken yazarlardandır. Biz bu çalışmada bu isimlerden kronolojik olarak ilk sırada yer alan Sülemî’ye odaklanacağız. Sülemî’nin tebeu’t-tâbiîn tabakasına kadar gelen dönemi “zühd” kelimesini kullandığı bir isimle (Kitâbü’z-zühd), kronolojik olarak İbrahim b. Edhem’le başlayan dönemiyse “sûfiyye” kelimesini kullandığı bir isimle (Ṭabaḳātü’ṣ-ṣûfiyye) kitaplaştırması onun zihninde var olan tasavvuf tarihi okumasını anlamamız açısından bir ipucu barındırır. Çalışmada bu ipucundan hareketle onun Ṭabaḳātü’ṣ-ṣûfiyye’sinde zühd/zâhid kavramlarını kullanımını anlamaya ve yorumlamaya çalışacağız. Bunu yaparken Sülemî külliyâtının diğer eserlerine de bu bağlamda müracaat edeceğiz. Tespitimize göre Sülemî Ṭabaḳāt’ta ve diğer eserlerinde zühdü temelde üç farklı bağlamda kullanmıştır: amel/ibadet/riyâzat ve mücâhede olarak zühd; marifete/tasavvufî ilme kıyasla nâkıs bir makâm olarak zühd ve tasavvuf anlamında zühd. Özelden genele doğru giden bu üç bağlamdan zühdün tasavvuf anlamında zikredildiği bağlamın en belirleyici anlam alanı olduğu görülür. Sonuç olarak Sülemî’ye göre zühd ve tasavvuf arasında bir süreklilik ve kısmen aynîleşme olduğu göze çarpar. Bir eseri merkeze alarak yapılan bu kısa hacimli çalışmadan “Sülemî’nin tasavvuf tarihi dönemlendirmesi” gibi büyük bir amaca ulaşmak elbette mümkün değildir, fakat burada ulaştığımız mütevazı sonuçların ileride bu yönde, yani klasik dönem sûfî müelliflerinin tasavvuf tarihi algılarını ortaya çıkarma noktasında ışık tutucu olacağına inanıyoruz. Benzer araştırmaların söz gelimi yukarıda ismi geçen Kuşeyrî ve Hücvîrî bağlamlarında da gerçekleştirilmesi birer tasavvuf tarihçisi olarak erken dönem sûfî müelliflerinin tasavvuf tarihi kavramsallaştırmalarını daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Diğer taraftan Sülemî’nin zühd kavramı kullanımı üzerinden yaptığımız bu okumanın bağlamı farklı kavramlar üzerinden de ilerletilebilir. Örneğin sıdk, fakr, melâmet ya da fütüvvet gibi ana kavramların Sülemî’nin düşüncesindeki yerini görmek onun tasavvuf tarihi dönemlendirmesini doğruya daha yakın olarak konumlandırmamızı kolaylaştıracaktır.