Cumhuriyet İlahiyat Dergisi (Dec 2019)

Sûfîlere İsim Arayışları ve Tasavvuf Kelimesinin Menşei Meselesi

  • Eyyup Akdağ

DOI
https://doi.org/10.18505/cuid.620070
Journal volume & issue
Vol. 23, no. 2
pp. 715 – 737

Abstract

Read online

Tâbi‘în neslinin sonlarına doğru ehl-i sünnet içinde yer alan zühd ve fakr anlayışları, ibadete düşkünlük ve kalbî amellere riâyet konusundaki hassasiyetleriyle diğer insanlardan ayrılan zümreye tarihî süreçte isim arayışları olmuştur. Bu süreçte tasavvuf dışındaki her bir isim sûfînin ilmini, hâlini, davranışlarını ve yaklaşımlarını ifade etmekte eksik ve yetersiz kabul edildiği için genel olarak kabul görmemiştir. Tasavvuf kelimesinin kökeni hakkındaki tartışmalar ise ilk zamandan günümüze kadar devam etmiştir. Bazı müellifler kelimenin aslının Arapça olmadığını ve buna bağlı olarak da sahâbe zamanında bilinmediğini savunurken diğer bazı müellifler ise kelimenin aslının Arapça olduğunu ve sahâbe zamanında da bilindiğini savunmuşlardır. Tasavvufun aslının Arapça olduğunu savunan müellifler arasında bu kelimenin hangi kök kelimeden müştak olduğu hususunda ise görüş ayrılıkları olmuştur. Tasavvufî eserlere bakıldığında her bir sûfînin önemsediği konulara ve yaşadığı hâle uygun olarak çok sayıda tasavvuf tarifi yaptığı görülmektedir. Ancak bu çalışma tarihi süreçte ifade edilen çok sayıda tasavvuf mefhumunun ıstılahî tariflerinin incelenmesini değil tasavvuf kelimesinin menşei hakkındaki bir takım tartışmaları gündeme getirmeyi ve konuyla ilgili bazı hususları irdelemeyi amaçlamaktadır.Özet: Ehl-i sünnet içinde yer alan, dış görünüşleri ve zühd anlayışlarıyla diğer insanlardan ayrılan ve kalp tasfiyesi için yoğun gayretleri olan zümreye tarihî süreçte isim arayışları olmuştur. Bazı müellifler bu zümrenin esasında meşhur ve bilinen kimseler olduğunu ancak diğer insanlardan ayırmak ve ayrıcalıklarını ortaya koymak için bir isimlendirmeye ihtiyaç duyulduğunu beyan etmişlerdir. İlk zamanlarda öncü sûfîlere âbid, nâsik, vâri‘, zâhid… gibi bazı isimler verilerek diğer insanlardan ayrıcalıkları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ancak bu isimler sûfî şahsiyetlere verildiği gibi sûfî olmayan diğer şahıslara da verildiği için ayırt edici bir özellik olarak görülmemiş ve daha sonraki zamanlarda da bu isimlerin kullanımı yaygınlık kazanmamıştır. Ayrıca bu isimler taşıdığı mana bakımından sûfînîn sadece bir vasfına işaret ettiği için eksik ve yetersiz kabul edilmiş daha şümullü ve birçok manayı içeren bir isimlendirmeye ihtiyaç duyulmuştur. Bu isimler dışında bazı bölgelerde ayrıca yeni isim arayışları olmuştur. Bu isimler arasında fukarâ, gurabâ, seyyâhûn, şekfetiyye, cû‘ıyye, melâmiyye, nûriyye ve mukarrebûn gibi bazı isimleri zikretmek gerekir. Yeni isim arayışlarının yoğun olarak görüldüğü yerler Horasan, Basra, Şam ve Bağdat’tır. Bu yörelerde kullanılan bu isimler de tarihi süreçte yaygınlık kazanmamıştır. Tarihî süreçte daha şümullü bir isim olarak tasavvuf/sûfiyye kelimesi tercih edilmiştir. Yün giydi manasına gelen tasavvuf kelimesi zâhirî bir manaya delalet etmektedir. Oysa sûfînin esas ayırt edici özelliği zâhirî yönü değil, bâtınî hâl ve ilmidir. Bu bağlamda isim ve müsemma arasındaki mana ilişkisi hep tartışma konusu olmuştur. Sûfînin manevî eğitimine bağlı olarak hâl ve ilminde sürekli değişiklikler olur. Bu değişikliği ifade de kuşatıcı bir isim yetersizliği söz konusu olmuştur. Bu yetersizlikten dolayı zâhirî mana içeren tasavvuf kelimesi bâtinî manaları da içeren şemsiye bir kavram olarak kabul edilmiştir. Ayrıca yün giymek enbiyâ ve evliyâ gibi seçkin kulların âdeti olduğundan sûfîler bu isimle anılmayı uygun görmüşlerdir. Tasavvuf; zühd, fakr, vera‘, ahlak, takvâ, nüsk, ibadet gibi kelimelerin içerdiği manaları kuşatan bir kelime olarak kabul edilmiştir. Bu manada tasavvuf sadece ahlak, sadece zühd ve sadece ibadet demek değildir. Tasavvuf bunların hepsini kuşatan ve ayrıca bunların dışında da başka manalar içeren bir hususiyeti ifade etmektedir.Tasavvuf kelimesinin Rasûlullah (a.s.), sahâbe ve tâbi‘în zamanında bilinip bilenmediğine, kullanılıp kullanılmadığına dair kaynaklarda iki farklı görüş ortaya çıkmaktadır. Bir görüşe göre tasavvuf kelimesi bu zaman diliminde bilinmemektedir. Bu görüşü savunanlar bu gerekçeyle tasavvufu Hind, İran, Hristiyan, Yahûdî ve Yunan Felsefesi gibi İslâm dışı bazı tesirlerle oluşmuş bir düşünce ve yaklaşım tarzı olarak kabul ederler. Bu görüşün zıttı giğer bir görüşü savunanlara göre ise tasavvuf kelime olarak Rasûlullah, sahâbe ve tâbi‘în zamanında bilinip kullanıldığı gibi câhiliyye döneminde de bilinip kullanılmaktadır. Câhiliyye döneminde yün (sûf) adanmışlığı sembolize etmektedir. Bir kimse boynuna ve başına yün bağladığında bu hareketi adanmışlık anlamına gelmektedir. Câhiliyye dönemindeki bazı adetlerde yün ile kurban adama arasında bazı irtibatların olduğu görülmektedir.Tasavvuf kelimesinin âyet ve hadislerde geçmemesi ve İslâm’ın iki güzide nesli sahâbe ve tabi‘înden hiçbir şahsın sûfî olarak isimlendirilmemesi tasavvufun kökeninin İslâm dışı kaynaklarda aramayı gerekli kılmaz. Çünkü âyet ve hadislerde her ne kadar kelime olarak tasavvuf geçmese de mana olarak sûfîye karşılık gelen mukarreb ve ebrâr gibi bazı kelimeler yer almaktadır. Sahâbe ve tabi‘în neslinden hiçbir kimsenin sûfî ismini kullanmaması meselesi ise bu iki nesil için sahâbî ve tâbi‘î isimlerinin en şerefli isim kabul edilmesi ve bu isimlerden başka ayrı bir isme ihtiyaç duyulmadığı şeklinde açıklamak gerekir. Gerçi sûfî ismi lafız olarak sahâbe zamanında kullanılmasa da mana olarak sahâbenin yaşantısı sûfîlerin temel dayanak noktası olduğu bilinmektedir. Bu sebepten dolayı sûfiler başta ehl-i suffe olmak üzere sahâbeyi kendilerine örnek almışlardır.Bu kelimenin tercihiyle beraber kelimenin kökeni hakkında tartışmalar gündeme gelmiştir. Bu tartışmalarda kelimenin aslının Arapça olup olmadığı hususu etkili olduğu gibi Arapça ise hangi kök kelimeden müştak olduğu hususu da etkili olmuştur. Kuşeyrî ve Hücvirî gibi müellifler tasavvuf kelimesini Arapça asıllı bir kelime olarak kabul etmezler. Onlara göre kelime kökeninin Arapça olduğunu gösteren hiç bir kıyas yoktur. Hangi mana verilirse verilsin dil kaidelerine göre sûfî ismini Arapça kök bir kelimeden türetmek doğru değildir. Bu bağlamda kelime müştak değil lakap olması daha uygundur. Kuşeyrî ve Hücvirî dışında Serrâc, Kelâbâzî, Sühreverdî, İbn Teymiyye ve İbn Haldûn gibi müellifler ise kelime kökeninin Arapça olduğunu kabul ederler ancak hangi kelimeden müştak olduğu hususunda ise görüş ayrılığına sahiptirler. Tasavvufun ilk kaynakları arasında yer alan Serrâc, kelime kökeninin ‘safâ’ olduğunu belirtirken Kelâbâzî, Sühreverdî, İbn Teymiyye ve İbn Haldun gibi müellifler ise ‘sûf’ olduğunu belirtmektedirler. Onlara göre kelimenin aslı ‘sûf’ kabul edilirse lügat yönünden ibare sahih ve lafız doğrudur. Kelabâzî’ye göre köken hakkında ileri sürülen lafızlar zâhirde farklı görünse bile mana bakımından müttefiktir. Bütün bu isimlerin içerdiği manalar ‘sûf’ yani yün kelimesinde toplanmıştır.

Keywords