Cumhuriyet İlahiyat Dergisi (Dec 2019)
Mekkî Sûrelerde Abdullah b. Selâm ile İlişkilendirilen Âyetler Bağlamında Tefsir Rivâyetlerinin Değerlendirilmesi
Abstract
İslam’ın doğduğu dönemde Araplar Yahudi ve Hıristiyanları Ehl-i kitap olarak isimlendirmekte, onlara saygı duymakta, birçok konuda onlardan etkilenmekteydiler. Hz. Peygamber’le aralarındaki mücadelede fikrî açıdan yetersiz kaldıklarında Ehl-i kitap âlimlerini referans kaynağı olarak kullanmakta ve öğrendikleri bilgilere istinaden sordukları sorularla Hz. Peygamber’i zor duruma düşürmeye ve onu mağlup etmeye çalışmaktaydılar. Mekke döneminde Ehl-i kitapla Müslümanlar arasında çatışma yaşanmamıştı. Yahûdi âlimler Tevrat’la Kur’an arasındaki konu benzerliğini bildikleri Kur’an’ın hakikatleri anlattığını, Hz. Peygamber’in de hakkı tebliğ ettiğini ikrar ediyorlardı. Bazı âyetlerde Ehl-i kitap âlimlerinin bu doğru tutumları müşriklerin aleyhine referans kaynağı olarak kullanılmıştır. Söz konusu âyetlerde bu âlimler övülmüş, Hz. Peygamber için de bilgi kaynağı olarak gösterilmiştir. Konuyla ilgili âyetler bazı müfessirlerce bağlama ve nassın zahirine uygun olarak anlaşılmakla birlikte bazı âlimlerce nüzûl vasatı, süreci dikkate alınmadan açıklanmıştır. Bu âyetlerde Medine döneminde iman eden Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarının anlatıldığı söylenmiştir. Bu çalışmada söz konusu yorumların doğruluk değeri Kur’an-siyer ilişkisi, esbâb-ı nüzûl rivâyetlerinin bir kısmının ictihadî olduğu bilgisi temelinde değerlendirilerek nassın asıl anlamının gölgede bırakıldığı ortaya konulacaktır.Özet: Tefsir, ilâhi hitabın anlaşılması çabası olduğu kadar vahiy sürecinde Müslüman, müşrik ve Ehl-i kitabın ilişkilerini, bu çerçevede yaşanan tecrübeyi de anlamak demektir. Bu konular Kur’an’da geniş ve açık bir şekilde anlatılmadığı için ayetleri anlamada hadisler, siyer, esbâb-ı nüzûl rivayetleri, sahabe ve tâbiîn görüşleri önem kazanmaktadır. Esbâb-ı nüzûl rivayetleri bazı problemler barındırdığı için klasik ulûmu’l-Kur’ân eserlerinde bu bilgilerin rivayet sîgaları ve hadis usulü temelinde değerlendirilmesi teklif edilmiştir. Bu yaklaşım birçok meselenin çözümünde etkili olmakla birlikte tüm sorunları halletmemektedir. Esbâb-ı nüzûl rivâyetlerinin âyetin gerçek sebebi olup olmadığı konusu ilk dönemlerden itibaren tartışılmaktadır. İbn Teymiyye (ö. 728/1328) Zerkeşî (ö. 794/1392) ve ed-Dıhlevî’ye (ö. 1176/1762) göre selef âlimlerden nakledilen “Bu âyet şu olay üzerine nazil olmuştur.” şeklindeki sözler âyetin bizzat o olay hakkında indiğini değil âyetin buna benzer bir konuda, benzer muhatap hakkında indiğini, bu konuyu dolayısıyla bu hükmü de kapsadığını anlatmaya matuf görüşlerdir. A. Nedim Serinsu ve A. Rıza Gül tarafından da bu duruma dikkat çekilmiş ve rivâyetler “gerçek nüzûl sebebi ve sanal/takdir edilen nüzûl sebebi” şeklinde ikiye ayrılmıştır. Bu husus bilinmediğinde riayetleri tahlil etmek, tercihte bulunmak içinden çıkılmaz bir hal alabilmekte, âyetlerin muhatapları, nüzul tarihleri, Mekkîlik ve Medenîlikleri konusunda problemler çıkabilmektedir. Âyetlerin ilk anlamı, muhatapları ve nüzûl vasatını öğrenmek isteyenler özellikle rivâyet ağırlıklı tefsirlerdeki birbirleriyle çelişen nakiller arasında tercih yapmakta zorlanmaktadır. Rivâyetleri doğru değerlendirmek ve isabetli tercihte bulunmak için siyer, nüzûl süreci, Mekkî-Medenî bilgisi, müşrikler ve Ehl-i kitap ile ilişkilerin gelişim aşamaları ve esbâb-ı nüzûl konusunda re’ye dayalı tefsîrî açıklamaların olduğunu bilmek bir çözüm yolu olmaktadır. Birbirleriyle çelişkili rivayetlerin ve yorumların olduğu konulardan biri de Abdullah b. Selâm ile ilişkilendirilen ayetlerdir. Medineli Yahudilerin ileri gelenlerinden olan Abdullah b. Selâm Hz. Peygamber Kubâ’ya vardığında yanına gelmiş, bazı sorular yöneltmiş ve doğru cevaplar alması üzerine bunların ancak bir peygamber tarafından bilinebileceğini söyleyerek Müslüman olmuştu. Onun Mekke döneminde ve h. 8. yılda iman ettiği iddia edilmekteyse de bu bilgiler muteber kabul edilmemiştir. Mekke döneminde çok yoğun olmasa da Yahudi ve Hristiyanlarla Müslümanlar arasında belirli diyaloglar, ilişkiler yaşanmaktaydı. Müslümanlarla Ehl-i kitap arasında herhangi bir çatışma yaşanmadığı için ilgili ayetlerde genellikle bunların âlimleri övülmekte, Hz. Peygamber ve müşrikler için referans kaynağı olarak da gösterilmekteydi. Mekkî bazı âyetlerde Yahudilerden hakka uyan, adil olanlardan; salihlerinden; Kitabın gereklerini yerine getirip, namazlarını kılan muslihlerin ecrini zayi edilmeyeceğinden; Kur’an’daki hakikatleri İsrailoğullarından âlimlerin bilmesinin müşrikler için bir delil olması gerektiğinden; Ehl-i kitabın Kur’an’ın ilahi bir kitap olduğunu bildikleri; Hz. Peygamber’e vahyedilen ayetler konusunda şüphesi varsa Yahudi âlimlere konuyu sorması; Yahudilerin Hz. Peygamber’in risaletinin gerçekliğine şahitlik edip inandığı; müşriklerin Hz. Peygamber’in risaletinin gerçek olup olmadığı konusunda Ehl-i zikre akıl danışmaları; kendilerine kitap verilenlerin Kur’an ile sevindikleri gibi hususlar anlatılmaktadır. Bu ayetlerin tefsirlerinde muhatapların Abdullah b. Selam, Abdullah b. Selâm ve arkadaşları, Hz. Muhammed’in ashabı, Selmân-ı Fârisî, Hz. Ali ve Ehl-i kitabtan Hz. Peygamber’i görüp iman edenler olduğu yönünde yorumlar yapılmıştır.Müfessirler Ehl-i kitapla yaşanan süreci yeteri kadar dikkate almadıkları için hidayete ermesinden önce nâzil olan ayetleri Abdullah b. Selâm ile ilişkilendirilmiştir. Hâlbuki Mesrûk (v. 63/683), Şa‘bî (v. 104/722) ve Said b. Cübeyr (ö. 94/713 [?]) nüzûl sürecini dikkate aldıkları için Mekkî ayetlerin Abdullah b. Selâm ile ilişkilendirilmesini reddetmişlerdir. Âyetleri Kur’an-siyer ilişkisi, nüzûl süreci temelinde değerlendirildiğimizde bazı müfessirlerin de belirtiği üzere muhatapların Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in risaletinin hak olduğunu bilen ve bunu îkrar eden Ehl-i kitap âlimleri olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda müfessirlerin gerçek esbâb-ı nüzûl olmayan rivayetlere dayanarak âyetlerin bağlamına, lafızlarına, nüzûl süreçlerine uygun olmayan yorumlar yaptıkları, muhataplarla ilgili bilgiler sınırlı olduğu için Abdullah b. Selâm’ın adını bir tür dolgu malzemesi olarak kullandıkları anlaşılmaktadır. Ehl-i kitabı genelleme yaparak hakikati gizlemeleri, İslam’a düşmanlıkları ve yaşanan savaşlar üzerinden değerlendirildiğimizde âyetlerde onlardan birilerinin övülmesi kabul edilebilir bir durum olmamaktadır. Hâlbuki Mekke’de Yahudi ve Hıristiyanlarla herhangi bir çatışma yaşanmadığı gibi hakikati dile getiren âlimler vardı. Bunlar gerektiğinde övülmekte, Hz. Peygamber ve müşrikler için referans kaynağı olarak da gösterilmekteydi. Ayrıca Medenî sûrelerde Ehl-i kitabı eleştiren, kötüleyen ayetlerde de onların bütünü değil söz konusu yanlışları yapanlar eleştirilmektedir. Bu örneklerde olduğu gibi âyetleri yerleşik algılarımız etkisiyle ve toptancı bir zihinle değil tek tek nüzûl süreci bağlamında değerlendirmemiz gerekmektedir. Aksi takdirde istenmeden yanlış sonuçlara gidilebilmektedir. Selefin Abdullah b. Selâm ile ilgili tarih ve zamana uymayan izahlarında anakronizme düştükleri iddia edilebilir. Ancak İbn Teymiyye, Zerkeşî ve ed-Dıhlevî’nin görüşlerini dikkate aldığımızda selefin bir anakronizmden ziyade âm lafızlar üzerinden tefsîrî, re’ye dayalı örnekleme tarzında görüşler ifade ettikleri anlaşılmaktadır. Selefin bu yorumları ayetlerin muhataplarıyla ilgili eldeki bilgilerin yetersiz olduğunu da göstermektedir. Selefin örneklemelerinde, açıklamalarında tarihî bilgi hatalarının olması onlardan nakledilen bilgilerin dikkatli bir şekilde incelenmesini, araştırmadan rivayetlere teslim olunmaması gerektiğini de göstermektedir. İctihada dayalı yorumları gerçek esbâb-ı nuzûl gibi kabul edenlerin anakronizme düştükleri ise açık bir hakikattir. Bu yönüyle esbâb-ı nüzûl rivayetlerinin belirtilen ilkeler doğrultusunda değerlendirilmesi, gerçek sebebi anlatan ve anlatmayanların ayırt edilerek aralarında tercihe gidilmesinin gerektiği anlaşılmaktadır.
Keywords