Cumhuriyet İlahiyat Dergisi (Jun 2017)

Klasik Sosyolojide Nostaljik Paradigma ve İslamcılıkta Asr-ı Saadet Özlemi

  • İrfan Kaya

DOI
https://doi.org/10.18505/cuid.291030
Journal volume & issue
Vol. 21, no. 1
pp. 81 – 105

Abstract

Read online

Bu makale, sosyolojinin, toplumsal değişim sürecinde, cemaat bağlarının yitirilmesine entelektüel bir tepki olarak ortaya çıktığı şeklindeki temel argümanını tartışma konusu yapmıştır. Söz konusu argüman, klasik dönem sosyolojinin hâkim metaforlarının ve bakış tarzının muhafazakârlıktan türediği iddiasını taşımaktadır. Sosyolojide bu iddia, toplumsal değişim sürecini açıklamak üzere geliştirilmiş olan bilindik, ikircikli teorik yapılarla desteklenmiştir. Makale, sosyolojideki bu ikircikli teorik yapının temel varsayımlarının nostaljik olduğundan hareketle, nostaljik sosyolojinin bir eleştirisini yapmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, modern ideolojilerden biri olarak İslamcılığın tarihsel sürecini nostalji ve ütopya üzerinden eleştirel okumasını yapmak çalışmanın bir diğer amacı olacaktır. Makalenin önerisi, gerek klasik sosyoloji, gerekse İslamcılığın -başlık itibariyle farklı görünen iki konunun- ‘şimdi’yle baş edememe, ‘şimdi’ye çözüm olarak ise altın çağ söylemi üretmesi noktasında benzer entelektüel tepkiler vermiş olmasıdır. Çalışmanın tezi ise, ‘şimdi’de yaşanan kültürel yabancılaşma ve yitirme duygusu karşısında hem klasik sosyolojideki ‘geçmiş’i idealize etme çabasının, hem de İslamcılıktaki eve dönüş mitosunun, esasında, hâkim modernite paradigması tarafından belirlendiği şeklindedir. Nostaljik paradigmanın gerisinde, feodalizmden kapitalizme geçiş şeklinde kurgulanan yeniden inşa edilmiş tarih vardır. Bu tarihte feodalizmin çöküşü, kırsal cemaatin yitimi, kişisel dışavurumsallığın yitimi ve düzene sokulmamış toplumun yitimine karşılık gelir. Klasik sosyoloji de, toplumun bu tarihsel yeniden inşasına ilişkin çözümlemenin bıraktığı mirasa ortak olmuştur. Modern dünyanın anomisi ise tam da burada, geleneksel toplumdan modern topluma yaşanan geçişle beraber toplumsal aidiyet bağlarının yitirilmesinin doğurduğu patolojik halle ortaya çıkmıştır. Bu patolojik hal ilk defa, evlerinden uzakta hizmet veren İsviçreli paralı askerlerde görülmüş, rahatsızlığa teşhis olarak nostalji tanısı konmuştur. Gelgelelim tanıyı koyan Johannes Hofer’ın melankoliyle bazı ortak belirtiler veren bu hastalığa herhangi bir reçete yazmadığını biliyoruz. Avrupalı toplum yapısının dönüşümüne olanak sağlayan Fransız ve Endüstri devrimine birer entelektüel yanıt olarak üç farklı entelektüel hareket tarafından şekillenmiş olan sosyoloji, haliyle değişimi kendisine odak noktası olarak almış, öncü isimlerde bu değişim “her şeyin baş döndürücü bir hızda değiştiği, daha alışılmadan terk edildiği, katı olan her şeyin buharlaştığı ve dünyanın büyüsünün bozulduğu” şeklinde değerlendirilmiştir. Aydınlanma ideallerini kendine referans alan modernite, akışkan, rasyonel, olumsal, kesinlikten yoksun doğasıyla ilerlemeyi kutsamıştır. Aslında etimolojik kökenine atıfla ‘yeni’ olana bu kutsanmışlık, gelenek düşmanlığını beraberinde getirmiştir. Sadece moderniteye has olan bu sofistike ve kompleks yapı, kimi düşünürleri ‘şimdi’nin belirleyici olduğu, idealize edilmiş bir geçmiş ya da gelecek tasavvuruna itmiştir. Bu halleriyle her iki tasavvur da moderndir. Artık var olmayan veya hiç var olmamış bir eve duyulan özlem oluşu nostaljiyi modern yapar. Nostalji moderniteyle yaşıttır. Makale, Stauth-Turner’ın Nietzsche’nin Dansı’nda detaylandırılan klasik sosyolojinin başat metaforlarını ve meta-fiziğini sağlayan nostaljik paradigmayı kendisine referans almıştır. Bu paradigma belli başlı dört bileşenden oluşmaktadır. İlki, dünyanın insana yuva olmaktan çıktığı bir altın çağdan uzaklaşma olarak özetleyebileceğimiz tarihin bir çöküş ve yitirme olarak görülmesidir. Bu çöküş gelecekte şiddetlenerek devam edeceğinden, tarih bir keder ve umutsuzluk tarihidir. Toplum kuramında böylesi bir keder duygusunun örneği, Weber’in yazgı sosyolojisidir. Çünkü Weber’e göre gelecekte bizi bekleyen yazın aydınlığı değil, buzlu karanlığın kutup gecesidir. Nostaljik paradigmanın ikinci bileşeni, sekülerleşme süreciyle birlikte artık bütünlüğün ve ahlaki kesinliğin yitirildiği duygusudur. Bu nostaljik izlek, toplumsal yapıda yaşanan farklılaşma ve karmaşıklık, bilimsel bilginin yayılması, artan nüfus oranıyla birlikte şehirleşme, kapitalist sanayileşme, gündelik hayatın rasyonelleşmesi gibi büyük çaplı, bir o kadar yıkıcı toplumsal süreçler her şeyi kaplayan kutsal değerler kubbesini zayıflattığına vurgu yapan çok güçlü bir sekülerleşme kuramını öne çıkarır. Süreç Tanrının ölümünün ilanıyla birlikte birbiriyle rekabet eden ve çatışan bir dünyanın kapısını aralamış, bu kapıdan Weber’in deyişiyle çok tanrılı bir dünyaya geçiş yapılmıştır. Benzer bir bakış açısını klasik sosyolojide toplumsal yapıların mesleki ayrımlaşma yoluyla dönüşümünü mekanik ve organik dayanışma şeklinde kuramsal bir temele oturtan Durkheim’de gözlemlemek mümkündür. Durkheim toplumsal değişimi ikircikli bir yapıyla analiz eder ve değişim öncesi evreye ahlaki tutarlılığı yakıştırır. Ortaklaşa bilincin genel olarak zayıfladığı değişim sonrası evrede ise ahlaki bütünlük artık yitirilmiştir. Nostaljik paradigmada karşılaştığımız üçüncü izlek, bireysel özerkliğin yitirilmesi ve sahici toplumsal ilişkilerin çökmesidir. Ahlaki birliğin yitirilmesiyle birey, bürokratik devlet tahakkümü altında, makro-toplumsal süreçlere ve kurumlara yakalanmıştır. Özerkliğini yitiren bireyin denetime tabi olması kaçınılmazdır. Bireyin toplumsal bürokratik ilişkilere giderek daha fazla maruz kalması, Weberci sosyolojide demir kafes metaforuyla kavramsallaştırılmıştır. Aydınlanmanın özgürlük vaadi, insanı panoptik topluma hapsetmesi şeklinde netice almıştır. Dolayısıyla nostaljik paradigmanın bu bileşkesinde, özerk-ben’in, modern devletin hakimiyeti altında bürokratik yapılar dünyası içerisinde tuzağa düşmesi nedeniyle kaybedildiğine dair, nostaljik bir izlek bulunmaktadır.Nostaljik paradigmada son bileşen, sadeliğin, kendiliğindenliğin ve doğallığın kaybedilmesi duygusudur. Burada birey, sadece makro-toplumsal süreçler tarafından değil, mikro- ahlaklar bazında da dolayımlanıp denetime tabidir. Yani, Adorno’nun “yönetilen toplum”u ya da Foucault’un kapatma nosyonu bireyin gerçek duygu ve coşkularını engellemekte, tüketim kültürünün egemen olduğu bir dünyada önceden tasarlı belli yapıp etme biçimlerince gözetlendiği anlaşılmaktadır. Özetle, nostalji metaforu; bireyin ahlaki kesinliğini ve özerkliğini yitirmiş bir halde merkezî bir devletin yönetimsel kuralları tarafından ele geçirildiği bir dünyada yaşadığımızı ileri sürer. İslamcılık adına ortaya konan metin ve pratiklerin önemli bir kısmında bulunan eve dönüş mitosuna, tıpkı klasik sosyolojide olduğu gibi determinist bir tavırla ulaşılmıştır. Şimdiyle baş edemeyenlerin güvenli bir liman olarak düşündükleri nostaljik tahayyülde, kutsalı basitleştiren, dolayısıyla tahrif eden determinist ve ideolojilere has bir tavır vardır. Nitekim, Asr-ı Saadet söylemi gibi bir kereliğine ve tüm zamanlar için geçerli tarih-üstü, toplum-üstü bir model tasavvurunun kendisi her şeyden önce başından sonuna kadar tarihseldir. Dolayısıyla, büyük ölçüde belli bir tarihsel sürecin ve toplumsallığın ideolojik tasarımının tezahürüdür. Şimdiye çare olarak sunulan sahihlik söylemi, geçmişi idealize eden, anakronik bir bakış açısıyla ve dolayısıyla gerçekliğin çarpıtılmasıyla mümkündür. Sahih olan son derece gayri sahihtir. Katı olan her şeyi buharlaştıran moderniteye karşıt olarak üretilen bu tarz sahihlik söylemleri, nihayetinde, kendi etrafında demir kafesler örmek durumunda kalmaktadır. Sonuç olarak, her şeyin baş döndürücü bir hızda değiştiği modern hayata çare olmayı amaçlayan nostaljik söylem, karşıtını içinde barındıran düşünümsel özelliği sayesinde modernite paradigması tarafından belirlenmiş olmaktadır.

Keywords