Adli Tıp Bülteni (Dec 2006)

Sevgili Dr Zeki Soysal’ı Düşünürken

  • Kriton Dinçmen

Journal volume & issue
Vol. 11, no. 3

Abstract

Read online

Dr. Kriton DİNÇMEN ... zaman öylesine geçiyor, ki... daha dün gibi, hepimiz Adli Tıp Kurumu’nun girişindeki meydanlıkta toplanmıştık... karşımızda O’nun tabutu... gözlerimiz dolu, gönlümüz ağır, ruhumuz yıkık o çalışkan, duru, tertemiz, nazik, içtenlikli, vefakar, bilgili... o hep insanca gülümseyen güzel insanı yeni yeni çıktığı uzun yolculuğuna uğurluyorduk. Prof. Dr. Zeki Soysal çok iyi bir hekimdi. Ne yazıktır, şimdilerde ortaya çıktığına tanık olduğumuz eğitimini hiç görmediği konularda dahi, yüzeysel bilgilerle, ağır sorumlulukları gerektiren pozisyonları alacak kadar ‘cesur’ olanların zıddına, gerçek bir bilim adamı, gerçek bir akademisyendi. Adli Tıp akademisyeni olmasının yanında, ikinci bir ihtisas olarak Kadın-Doğum ihtisasını bitirdiğinde, jinekolog hocalarının kendisi hakkında yapmış oldukları methiyeler hepimizin kulağındadır... Ve, doğaldır ki, hepimizin hekim vicdanı bizlerin genç meslektaşımıza duymakta olduğu sevgi ile amalgamlaşmış saygıyı da arttırmıştır. Hatırlıyorum... Adli Tıp Kurumu’nda IV. İhtisas Kurulu’nun sorumluluğunu taşıdığım yıllarda, genelde, geç çıkıyordum. Odamın penceresi çok defa akşam 9.00, 9.30 hatta 10.00’a kadar yanardı... Kurumda o saatlere kadar penceresi yanan ikinci bir oda sevgili Zekiciğimin odası idi. Ya o, ya da ben birbirimizin ‘geç çıkma’ rekorunu kırardık... Benim işim onunkinden biraz fazla sürdüğünde Zeki kapımı çalar, başını uzatır ve ‘ağabey, bu gün rekor sende... bana eyvallah ...’ diye takılırdı... gülümserdi... o insan gülümsemesi ile... o içtenlikli, alçak gönüllü... o ‘kendinden emin’ bir bilim adamının bir hekimin gülümsemesi ile... İkimiz arasında pek çok kimsenin fark etmemiş olduğu bir gerçek ağabey-kardeş ... daha doğrusu bir amca-yeğen ilişkisi vardı... Ve şimdi düşünüyorum... kahroluyorum... ben 1-2 ay sonra 83 yaşımı bitirip 84’e girmiş olacağım... Zeki ise, benden en az 30 yaş küçüğüm olan o tatlı oğlum ... şimdi mezarda... Ve ... elimden sadece ‘lanetleme’ gelir... O tertemiz, insanlık ile dolu... o bilgili, o ‘yarınları parlak’ genç Hoca’mızı o kahrolası Moira’lara teslim eden tanrıça Tykhe’ye lanet ediyorum... ister ‘bereket boynuzu’ elinde olsun, ister insanların yaşamını ayarlayan o gecenin dümenini ellerinde tutsun... isterse yuvarlanan o kürenin üzerinde kanatlarıyla uçsun... Tykhe’dir onu Iîades’e teslim eden... odur Tartaros’un karanlıklarına gönderen, Kerveros’un dişlerini ona gösterten... Ve de sana! Güçlülerin güçlüsü, tanrıların tanrısı olan sana da lanet okuyorum! Sana Zeus! Yapılmakta olan bunca haksızlıklara rağmen, bunca adilik ve pisliklere rağmen, bunca ‘nefret kusmuklarıyla bezenmiş bilgi ve kişilik fukaralığı’ sonucu gencecik yaşamları söndürme girişimlerine rağmen, hala Olympos’un doruğundaki tahtında utanmadan otaran sana da Zeus, lanetlerin en büyüğü... Ve, sevgili çocuklarım! Sizlere bir sözüm var! Ne olursunuz! Zekiciğimin kaybı nedeniyle yakınlarına, arkasında kalanlara ‘baş sağlığı’ dilemeyin! Arkasında seveceği güzel bir kızı, kucaklayacağı bir kadını, mesleği öğreteceği talebeleri, mesleği ilerleteceği bilgisi, namusu ve zekası olan capcanlı gencecik bir bilim adamınızın arkasından ‘baş sağlığı’ dilemek egoist... hatta çok egosantrik bir şey... Ben ‘başsağlığı’ dilemiyorum! O güzel adamın kaybı içimi öylesine yakıyor ki, kime ‘o gitti... sen sağ ol’ diyeyim? Ben, sadece hepimizin acısına tüm benliğimle, tüm varoluşumla katılıyorum... ben kahroluyorum...