İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi (Jun 2024)

Hamevî’nin “el-Esʾiletü’l-Hanefiyye bi’l-ecvibeti’l-Hameviyye” Adlı Risâlesinin Tenkitli Neşri ve İrsâdî Vakıflara Dair Bir Değerlendirme

  • Muhammed Abdullah Yeter,
  • Ahmet Ekşi

DOI
https://doi.org/10.59777/ihad.1394742
Journal volume & issue
no. 43
pp. 27 – 53

Abstract

Read online

Vakıf müessesesi, kuruluşu, işleyişi, konusu, idaresi ve işlevi gibi birçok yönüyle İslam hukukunun önemli konuları arasında kendisine haklı bir yer edinmiştir. Bu bağlamda konuya dair önemli bir literatür oluşmuştur. Bu çalışmanın da en önemli amaçlarından biri söz konusu bu literatüre mütevazi bir katkı sunmaktır. Bir diğer gayesi ise vakıf konusu içerisinde en çok tartışılan vakıf türlerinden biri olan irsâdî vakıflara dair teoriden ziyade uygulamayı konu edinen ve hicri 11. asırda kaleme alındığı anlaşılan bir risâleyi ilim dünyasının dikkatlerine sunmaktır. İslam hukuku literatüründe önemli bir yere sahip olan risâleler, genellikle belli bir konuyu ele alır. Yazıldığı dönemin toplum hayatı hakkında verdikleri bilgiler bakımından da ayrı bir önemi haizdirler. Yazma eser kütüphanelerinin en zengin ürünlerinden biri olan ve özellikle İslam hukukunun pratiğini yansıtan bu eserlerin gün yüzüne çıkarılması teori ile pratiğin uyumunu ortaya koyması bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Bu manada Hanefî âlimlerinden Hamevî’nin (ö. 1098/1687) vakıfların bir kısmına dair doğrudan pratiği yansıtan bu risâlesi, hacmi küçük olmakla birlikte önemli bir sorunun çözümünü yansıtması bakımından literatüre önemli bir katkı sağlamaktadır.Bu çalışmada risâlenin müellifinin çizdiği sınırlar dahilinde sadece irsâdî vakıflar ele alınacaktır. Zira daha çok bireysel mülkiyetler üzerinden kurulan vakıf müesseselerinin yanı sıra beytülmâle ait gayrimenkullerin irsâd yoluyla hayır cihetlerine ve ilim adamlarına tahsisi, dinî hizmetlerin sağlıklı ve düzenli bir şekilde yürütülmesine önemli katkı sağlamıştır. Yaşadığı dönemin ve bölgenin önemli medreselerinde ders veren, Hanefî fıkhında fetva yeterliliğine sahip olan ve hatta verdiği fetvaları öğrencileri tarafından el-Fetâvâ adlı bir eserde toplanan Hamevî’nin fıkıh ilmindeki bu yetkinliğini, irsâdî vakıfların meşruiyetini vakıf hukuku içerisinde başarılı bir şekilde ortaya koymasında görmek mümkündür. Ayrıca fıkıh alanında yazdığı birçok risale, onun tefsir, hadis, akaid, lügat vb. ilimlerin yanı sıra fıkıh ilmindeki bu yetkinliğine işaret etmektedir. Müellif, Hanefî olmasına rağmen yaşadığı bölgenin (Mısır) Şâfiî âlimlerinden biri olan Süyûtî’ye (ö. 911/1505) atıfta bulunması eserin ilmî açıdan değerini göstermektedir. Yazma halinde bulunan risâlenin ikinci bir nüshası bulunmadığı için sadece metin tenkidi sürecinden geçirilerek yayınlanmıştır. Ayrıca risâlede yapılan alıntıların kahir ekseriyeti atıfta bulunulan eserlerde tespit edilerek dipnotlarda gösterilmiştir. Ancak bu atıflardan bir kısmı risâlede zikredilen eserlerde tespit edilememiştir. Eserin Hamevî’ye aidiyeti risalede açıkça zikredilmekle beraber eserin ne zaman ve nerede telif edildiğine dair bir malumata rastlanmamıştır. Dönemin devlet başkanı tarafından beytülmâle ait arazilerin tahsisinin meşruiyetine dair sorulan bir soruya müdellel bir şekilde verilen cevabın, sonraki yıllarda irsâdî vakıf geleneğinin devam etmesinde önemli katkıları olduğu kanaatindeyiz. Konunun kaynaklarda gayr-i sahih vakıflar başlığı altında ele alınması, ilk bakışta irsâdî vakıflara karşı olumsuz bir intiba uyandırsa da bu durum, söz konusu vakıfların geçersizliğine değil, irsâd yapanın malın gerçek maliki olmadığına işaret etmektedir. Her ne kadar bazıları bu sebeple söz konusu tahsisatın vakıf olamayacağını söylese de beytülmâlde hak sahibi olanlara yapılan tahsisatın Hamevî’nin de işaret ettiği gibi bir vakıf olduğu aşikardır. Ancak beytülmâlde hakkı olmayanlara yapılan tahsislerin durumuna risâlede değinilmemiş olması bir eksiklik olarak görülmektedir. Nitekim eğer diğer bazı kaynaklarda gayr-i sahih irsâd olarak zikredilen bu tahsisatlara açıklık getirilmiş olsaydı bu nevi vakıflara itirazlar biraz daha azalmış olacaktı. Bu eksikliğe rağmen yine de döneminin şartları düşünüldüğünde uygulamaya dair bir problemin çözümünü aktaran bu risâlenin önemli bir boşluğu doldurduğu söylenebilir.