Cumhuriyet İlahiyat Dergisi (Dec 2018)
Modernitenin Ayna İmgesi Olarak Romantizm ve İslamcılıkta Romantik Modernleşmenin Ortaya Çıkışı
Abstract
Modernitenin kopuş ve başlangıca yaptığı vurgu kendisini bir kriz kültürü olarak değerlendirmeye imkân vermektedir. Şayet kriz yoksa yerinde değilse modernitenin ikircikli doğası sayesinde yaratılır. Kriz kavramının ardında, çağdaş yaşamın ve düşüncenin kötümser anlamıyla yabancılaşmış bir karakterde olduğu nihilist anlayışa kapı aralayan, tarihin sürekli bir süreç ya da hareket olduğu fikri yatar. Modernlik ve ilerleme düşünceleri ile Nietzsche’nin felsefî kariyerinin başlıca teması olan dekadans arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Kriz görüşünü mümkün kılan Hegel’in ölümünden beri sadece Almanya’da değil, bütün Avrupa’da her şey bir karşı-hareketten ibarettir. Bu karşı-hareketlerin ilki, geleneğin bağlarından kurtulmuş olan akıl üzerine yapılan vurguya itirazıyla romantizm olmuştur. Makalenin temel tezi, romantizmin görünürdeki tepkiselliği ile modernite arasında; modernitenin aynadaki imgesi olarak romantizmin bir yandan moderniteyi tüketirken öte yandan ondan beslenmesi, modernitenin de kendisine karşı geliştirilen düşünceleri ikircikli doğası sayesinde tekeline alması ve manipüle etmesidir. Bu maksatla aydınlanma karşıtı bir düşünür olarak Nietzsche’nin aynı zamanda romantizmin mirasından beslenen anti-romantik ayak izleri takip edilmek suretiyle modernite ile romantizm arasındaki ilişki analiz edilmeye çalışılacaktır. Ayrıca makalenin bir başka amacı, Batı’da yaşanan entelektüel gelişmelerin ülkemizde modernleşme sürecinde nasıl bir karşılık bulduğu şeklinde bir karşılaştırmaya imkân verecek şekilde ilk dönem İslamcıların “geri kalmışlık” hissi içinde, yaralı bir bilinçle ve telaşla yaşadığı modernleşme deneyiminin oldukça sığ bir romantik dünya görüşüne yol açtığıdır.ÖzetBu makalede söz konusu edilen, romantizm ve romantikliktir. Romantizm bir dönemdir; romantiklik ise bu dönemle sınırlı olmayan tinsel bir tutumdur, dolayısıyla günümüzde bile varlığı hissedilmektedir. Yani Almanlara özgü bir durum değildir. Bu terim genellikle Avrupa düşünsel hayatının on sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki -sözgelimi 1790 ile 1850 arasındaki- belli yönlerine karşılık gelecek şekilde kullanılır. Son derece çeşitlilik gösteren tanımları içerisinde bize göre en ‘romantik’ olanı Novalis’in yaptığı tanımdır: “Sıradan şeylere yüksek bir anlam, alışılmışa gizemli bir itibar, bilinene bilinmeyenin onurunu, sonluya sonsuz bir görünüm vererek romantikleştiriyorum.” Mevcut toplumsal gerçekliğin reddi, yitim deneyimi, melankolik özlem ve yitirilenin aranması romantik amentünün temel bileşenleridir. Bu çalışmamız, Aydınlanmacı düşünceye karşıt bir hareket olarak ortaya çıktığı bilinen romantizm ile modernite arasında son kertede sanılanın aksine diyalektik bir ilişki olduğu argümanı üzerinden hareket etmektedir. Bu argümana da, modernitenin kendi karşıtını içinde barındıran düşünümsel özelliği imkân vermektedir. Ayrıca modernitenin kopuş ve başlangıca yaptığı vurgu nedeniyle bir kriz kültürü olarak değerlendirmeye müsait görüntüsü, bize, kendini dekadans sayan moderniteyle dekadansın dışavurumu olan romantizm ile ilişki kurmanın olanağını sunmaktadır. Kriz kavramının ardında ise, çağdaş yaşamın ve düşüncenin kötümser anlamıyla yabancılaşmış bir karakterde olduğu nihilist anlayışa kapı aralayan, tarihin sürekli bir süreç ya da hareket olduğu fikri yatmaktadır. Buradan hareketle Allan Megill tarihsiciliği, nihilizmin önkoşulu olarak tanımlar. Aşırılığın Peygamberleriyazarına göre, tarihin değişecek, sürdürülecek ya da başıboş dolaşırken kaybedilecek bir doğrultusu yoksa, bir ‘kriz’i de olamaz. “Tanrı öldü” önermesi ise bu krizin en özlü ifadesidir. Nihilizm bir kriz hali içinde, tamamen sahipsizleşmiş bir şimdi içinde yaşama durumudur. Bugünün mutlak bir sahipsizlik durumu içinde olduğu; kurtarıcı her türlü özellikten, şeylerin mevcut durumuyla uzlaşmamızı sağlayacak her şeyden yoksun olduğu yönündeki inancını beyan etmektedir. Bu durum karşısında insanlar etraflarındaki şimdinin tamamen sahipsizleştiğini görünce, kültürel bir yenilenme arzusu ile iki zıt yönde hareket ederler: Ya geçmişe dönmek ya da geleceğe yönelmek zorunda kalırlar. Hâlbuki bu gelecek ya da geçmişlerin neleri içerdiğini belirleme yönündeki her girişim onları gerçek, şimdiye ait kılmayı gerektirecektir. Bu da bizi sahipsizlik durumuna geri döndürecektir. Nietzsche bu karşıtlığın her iki yanını da kucaklar, ancak aralarında seçim yapmaya kalkışmaz. Burası, Nietzsche’nin bugünün bozulmuş olduğunu dikte etmesiyle kriz nosyonundan beslenen romantizme radikal derecede aleyhte tavır aldığı yerdir. Nietzsche’nin romantiklerle arasına mesafe koymasında, modernliğin diyalektiğinden ortaya koyduğu akıl eleştirisinden vazgeçmiş olmasının payı büyük olmuştur. Şöyle ki Aydınlanmacı düşünceye karşılık olarak romantikler, her ne kadar bir birlikten söz etseler de görünen o ki, aklın karşısına duyguyu, evrenselin karşısına yereli, açıklamaya karşı anlamayı, toplumsalın karşısına bireysel olanı, yani Aydınlanmanın hor gördüğüne, küçümsediğine inandıkları bu ikinci değerleri çıkarmanın önünü alamamışlardır. Dolayısıyla romantikler özne-nesne ayrımına dayalı kartezyen düşünceyle girdikleri hesaplaşmada diyalektiğin ağına yakalanmaktan kendilerini kurtaramamış görünüyor. Zira modernite, hayatın oluş ve bozuluş üzerine kurulu olduğu bilinciyle hareket eder. Buradan hareketle bozuluşun kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Bu dekadans (bozulma) dışarıdan; kendisine karşı geliştirilen hareketler aracılığıyla olabileceği gibi kendi içinde de (yani kimse yıkmaya kalkışmasa bile) yaşanacaktır. Bozuluştan kaçamayacağı bilinciyle hareket eden modernite bu bozuluşu manipüle etmek suretiyle kendi lehine çevirerek, kendini tahkim etmek ister. Başka bir deyişle modernite kendisini dekadans sayarak kriz duygusunu dramatikleştirmiş ve görünüşte çelişkili olan avangard ve dekadans fikirleri neredeyse eş anlamlı hale gelmiş olur. Nietzsche’nin modernite ile dekadansı özdeşleştirmesi bu yüzden olsa gerektir. Modernite, kendi bünyesindeki dekadansı kendine karşıt hareketler üreterek, kendi tekeline alarak ve manipüle ederek cazibe merkezi olmayı başarır. Kısacası gerek romantizm, gerekse avangard hareketler modernitenin karşıtı değil, kendi içinden çıkmış hareketlerdir. Elma kurdumisali moderniteyi hem tüketirler, hem de ondan beslenirler. Ayna işlevi görürler. Eleştiriyor olsa da, içinden çıkmış hareketler olarak modernitenin eksiklerini tamamlamasına, düzeltmesine imkân tanımış olurlar. Sonuç olarak, Aydınlanma düşüncesiyle başlayan modernitenin şekillendirdiği dünyaya karşı geliştirilen romantik eleştirel hareketler için modernitenin dümen suyunda yol almıştır diyebiliriz.Romantizm, Batı’da moderniteye karşıt bir hareket olarak neşvünema bulurken, Osmanlı-Türk düşüncesinde medeniyetten geri kalmışlığın hayıflanması, geriliğin retoriği olarak öne çıktığı görülmektedir. Zira geri kalmışlık hissi içinde, yaralı bir bilinçle ve telaşla yaşanan modernleşme tecrübesinin romantizme alan açması kaçınılmazdır. Tanzimatla başlayan modernleşme serüvenimizde, fikrî bazda Aydınlanmayla, ekonomik bazda sanayileşmeyle, politik bazda devrimci ve milliyetçi oluşumların programlarıyla esaslı bir hesaplaşmanın yaşanmamış olması bir gerçektir. Dolayısıyla, Türk düşüncesinde modern paradigmaya karşı geliştirilmiş eleştirel bir gelenekten söz edemiyoruz. Avrupa’da yaşananlara “üstünlükten” kaynaklanan seyirci kalma durumu, askerî sahada alınan yenilgilerle hınca dönüşmüştür. Şimdide yaşanan çöküşle, çağının sorunlarına çözüm üretemeyişi, geçmişte yaşanan altın çağ arasında kalmışlıkla oluşan melankolik ruh hali, bir tercih durumunda, bir kere geçmişte yaşanmış olmasının taklit edilmesinin kolaycılığındaki çekicilik nedeniyle romantik bir dünya görüşüne sevk etmiştir. Nitekim İslamcı-Türk düşüncesinin kült şahsiyeti Namık Kemal’in terakki ve medeniyetten bahsederken bile yönünün geçmişe dönük olması gayet tabidir. 19. Yüzyıl Avrupa’sını “gerçekte” İslamî olan fikirlerin ve müesseselerin yeniden hayata geçirilmesi olarak görmek suretiyle Namık Kemal, bize göre tipik bir İslamcı romantizm ve Batı’nın medeniyeti Müslümanlardan öğrendiği yönündeki Garbiyatçı yaklaşımın açık bir örneğini sergilemiştir. Aslında Namık Kemal’in şahsında beliren ve geri kalmışlık hissi içinde, telaşla ve yaralı bir bilinçle, hatta romantik olduğunu bilmeden Türk cogitosunda sergilenen bu yaklaşımın tam karşılığı kitschleşme’dir. Öyle ki bukitschlik durumu, İslam coğrafyasının en az bir yüzyıldır gelenek oluşturmaktan uzak olan bu günkü durumunu da açıklar niteliktedir ve olağan romantik sonu anlatmaktadır.
Keywords